24 Aralık 2009 Perşembe

SONBAHAR


Sonbahar yönetmen Özcan Alper'in ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen uluslar arası ve yurt içi festivallerde 31 adet ödül almış bir yapım. Açıkçası bu filmi seçerken DVD kabının üstünde bolca ödül tacı deseni olması en belirleyici etmendi.

Türkçe, Hemşince ve Gürcüce dillerinin kullanıldığı filmde, cezaevi ve ölüm orucu gerçeğine insancıl bir açıdan yaklaşılmış. Üzerine biraz da aşk hikayesi aroması serpiştirilmiş. Filmde, genç bir üniversite öğrencisi (22 yaşında) olarak girdiği cezaevinde ölüm orucuna giren ve 10 yıl sonra özgürlüğüne kavuşan Yusuf’un çocukluk ve ilk gençlik yıllarının izini sürerek geçirdiği son iki ayının öyküsü anlatılıyor.

Öncelikle söylemeliyim ki bu filmi izlemek benim için zor oldu. Zira her ne kadar aşkın ve ölümün konu edildiği bir film olsa da konu hakkında bir şeyler söyleyebilmek için biraz politik bilgiye ya da yakın tarih bilgisine sahip olmak gerekiyor. Film bir polis kamerası kaydı ile başlıyor. Bir ceza evine yapılan operasyona bu polis kamerasından tanık oluyoruz. Ana karakter ile tanışmamız bu sahneden sonra oluyor ceza evinin revirinde sedyenin üzerinde oturup doktorun söylediklerini sessizce dinleyen adamın adı Yusuf. Filmin çatışması bu sahnede başlıyor. Akciğerlerinin bittiğini söyleyen doktor ona " "Durumu senden çok daha iyi olan hastalar 309'dan faydalanıp tahliye oldular." diyerek ceza evinden çıkmasını öneriyor.

Bu revir sahnesinde bir metafor kullanımı var. Yusuf'u revirin penceresinden dışarı bakarken görüyoruz. Pencerenin önüne yapmış bir karga bir çığluk atıp yuvasını terk ediyor. Yusuf'un doktorun ikna çabasına olumlu cevap verdiğini buradan anlıyoruz. Karga yuvasından ayrılıyor, Yusuf'da aynı şeyi kendi hayatında yapıyor. Uzun süre kaldığı ceza evi onun evi olmuş oradan dışarı çıktığında artık yabancılık çekmeye başladığı bir hayata adım atıyor.

Sonbahar filmi hızlı bir şekilde başladı bana göre. Yusuf'un neden o hapishanede olduğunu bilmiyoruz. Yusuf ile tanışmadan önce yapılan operasyonun ne olduğu hakkında her hangi bir açıklama da yok. Bu yüzden filmi izlerken apolitik olan ben için durumu kavramak biraz zor oldu. Ancak daha sonra senaryo yazarı ve yönetmeni olan Özcan Alper'in film ile ilgili röportajını okuduğumda bahsi geçen dönemde bir çok arkadaşının o zamanki (90'lar) politik çalkantılardan mağdur olduğunu öğrendim. Yönetmen "Pankart taşıdı diye 19 yaşında arkadaşım 10 yıl ceza evine girdi" diyerek kendisini bu filme motive eden etmenleri özetlemiş.

Ceza evinden çıktıktan sonra muhteşem manzaralar içerisinde Yusuf'un evine dönüşünü izliyoruz. Muhteşem manzaralar dediğim karadeniz'in muhteşem peyzajları. Bu sahnede ve diğer birkaç sahnede sanki değişik filmlerden bölümleri ard arda montajlamışlar gibi bir his oluşturdu bende. Söylemek istediğim yönetmenin -sanırım ilk filmi olduğundan- örnek aldığı işleri fazlaca belli etmiş olması. Bu bahsettiğim otobüs sahnesi Eşkiya filminin ya da Gönül Yarası filminin giriş sahneleri ile fazlaca benzerlik taşıyor.

Eve döndükten sonra Yusuf'un annesi ile tanışıyoruz, bir de eve gidip gelen bir çocuk var. Karadenizin şirin köy evlerinden birindeyiz. Yusuf'un yapacak çok şeyi yok, eve yolladığı mektupları okuyor. Buradan Yusuf'un hayat hikayesine biraz daha aşina oluyoruz.

Film undan sonra bir tanışma evresine giriyor. Yusuf geride bıraktığı hayatına geri dönüyor yanlız uzakta geçirdiği süre içerisinde o kadar yabancılaşmış ki sanki başkasının kıyafetlerini giyiyor başkasının yatağında uyuyor gibi rahatsız. Bu yabaniliğin doruk noktası annesinin zoru ile köye inmeye zorladığında hissediliyor. İnsanlar ile bir arada olmamak için minibüse binmek yerine yürümeyi tercih etmesi bana göre bu anlatımın doruk noktası.

Daha sonra onu ilk defa biri ile konuşabilirken görüyoruz, bu kişi Mikail, Yusuf'un çocukluk arkadaşı. Aralarındaki bağ güçlü. Mikail Yusuf'u hayata döndürmek için onu dışarı çıkmaya zorluyor meyhaneye gidiyorlar.

Gittikleri meyhaede Yusuf, bir konsomatrise (Eka) aşık oluyor. Bu sahneyi izlerken adamın bu kadar insanlardan uzak davranmaya çalışmasının sebebinin biraz da ölüme yakın olması olduğunu düşündüm. Kimseyle bir bağ kurup giderken onunla daha çok zaman geçirememiş olmanın hüznünü yaşamak istemiyor. Ancak yine de kaçamıyor bundan. Meyhane çıkışı Eka ile bir gece geçiriyorlar ancak sadece konuşmak istediğini söylüyor Yusuf. Belki de hayata geri dönmenin acemiliğini üzernden atmak istiyor ya da bir şekilde Eka'nın onu anlayacağını düşünüyor.

Yusuf'un her ne kadar frenlemek istese de artık hayattan zevk almaya başlıyor. Bunu meyhane gecesi dönüşü arkadaşı Mikail'e yaylaya çıksak ya demesinden anlıyoruz. Mikail ölümü unutmaya çalışıyor. Bütün bunlar olurken Mikail'in annesi onda bir sorun olduğunu seziyor bana göre. Bir akşam vakti evin bahçesinde çay içerken konuşturmaya çalışıyor oğlunu, "hasta mısın? rengin neden bembeyaz" diye soruyor. Her ne kadar Yusuf'u konuşturamasa da bir korku başlıyor annenin içinde.

Daha sonrasında Yusuf'un biraz daha barıştığını anlıyoruz kendisiyle. Mikail ile yaylaya çıkarken arabaya binen amcanın Yusuf'a "ha sen şu anarşik uşaksun" şeklinde yaklaşımı ilk defa sinirlendirmiyor onu. Gülerek karşılık veriyor. Yusuf'un hayata tekrar tutunuşu onun gerilimini arttırıyor. Birzde bu gerilimi içten içe hissediyoruz. Yusuf köyde ölen kişinin cenazesine katılırken yarı yoldan geri dönüyor bir anlamda kendini görüyor çünkü o tabutun içinde. Yusuf'un daha önce sadece sohbet etmek ile yetindiği Eka ile sevişmesi de buna tuz biber oluyor. Sanki bir kolundan hayat tutup çekiyor Yusuf'u diğer kolundan hayat.

Filmde kullanılan manzara sahneleri de bu gerilimin artması ile vahşileşmeye başlıyor. İskele kenarında izlediğimiz durgun deniz artık filmin bu sahnelerinde dalgalı ve sert bir şekilde vurmaya başlıyor. Devamlı yağmurlu olan hava iyice sertleşiyor. Bölgede bulunan kargaların öterek insanları öldürüyor olması bu filmde bir metafor olarak kullanılıyor. Kargalar daha çok ötmeye başlıyor ve annenin huzursuzluğu giderek artıyor. Yönetmen bu şekilde anlatımda 2. defa kargalardan faydalanmış oluyor. Annenin ağaçlardaki kargaları kovaladığını görüyoruz bir sahnede, bağırıyor gitsinler diye bu da sanki oğlunu korumak için yaptığı bir hareket.

Velhasıl Yusuf'un yaşamaya çalıştığını artık Eka'nın peşinden Bakü'ye gitmek için pasaport alması ile anlıyoruz. Ancak bunu başaramıyor. Filmin en hazin yönü bu yarım kalmışlıklar bence. "Var" ve "yok" vardır filmlerde gerçek hayatta ise yarım kalan bir çok şey vardır. Hiç birimiz sonsuz bir aşkla bağlanmayız ; kötü adam ile iyi adam kim net değildir gerçek hayatta. Filmin bana göre gerçekçiliği buradan geliyor. Bir şeyler yapıyor Yusuf ama yarım.Tam olan bir tek şey var : Yusuf hapishanede geçen yıllarının acısını çekiyor. Daha fazla hayat istiyor.

Bundan sonra kar yağmaya başlıyor filmde. Kar demek artık kış demek. Bundan sonra artık Yusuf için bir teslimiyet ve yas dönemi başlıyor. Bunda hayatını anlamlandıran Eka'nın gidişinin de bir etkisi var. Cesaret edip neden Eka'nın peşinden gitmiyor bilmiyorum belki de ölümün onun yakınında olduğunu hissedip evinde olmak istediğindendir. Çünkü ölüme hazırlandığını görüyoruz Yusuf'un. Kamyonun arkasında bir bisiklet ile beliriyor. Bisiklet onun daha önce verdiği bir söz. Gitmeden önce son yapması gereken şeyleri yapıyor.

Filmin son sahnesinde annesi Yusuf'tan tulum çalmasını istiyor, "ne güzel çalardın eskiden" diyor. Yusuf'un eşyalarına başkalarına aitmiş gibi davrandığını söylemiştim bu sefer tulumunu elinde görüyoruz. Sanki eski kendi olmuş gibi bir havası var. Bu noktada kamera pencereden dışarıyı izlemeye başlıyor bir gurup insanın cenaze taşıdığını görüyoruz. Yürek yakıcı ağıdın içinden onun adını duyup cenazenin ona ait olduğunu anlıyoruz.

Sonuçta yönetmen Özcan Alper, Yusuf’un hikâyesini ajitasyona sığınmadan, doğanın, hayatın ve aşkın öğretisine sonuna kadar sadık kalarak ince ince işlerken; seyircinin hikâyenin dokunaklılığına kapılmaması için ise belgesel görüntülerden yararlanıyor. Öğrenci gençlik mücadelesi içinden seçilen bu belgesel görüntüler, Yusuf’un hikâyesine kendisini kaptıran seyirciye bir tür “neden burada olduğumuzu unutma!” mesajı veriyor ve böylece filmin kahramanını da toplumsal bir karakter haline dönüştürüyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorum yazan eller dert görmeye